PORTAKALLI HÜZÜN

Öykü projemiz için ilham aldığımız son Deborah Dewit resmi aşağıdaki, imza gününü gösteren bu resim. Diğer yandan yeni bir projeye başlayacak olmanın heyecanı içimizde. Bu süreç boyunca zaman ayırıp okuduğunuz ve değerli yorumlarınızı paylaştığınız için teşekkür ederiz. Yeni projemizde yepyeni öykülerle buluşmak üzere.

PORTAKALLI HÜZÜN

Derken, o gün geldi. İmza günü. Yazar kitapçıya giden yolu uzatan alternatif rotayı seçti. Parkın içinden geçen bu yol ona hep daha cazip gelirdi.  Şehrin içinde küçük bir yeşil kaçamak vadeden bu yer gelip kitap okuduğu, azıcık nefes aldığı, sevdiği yerlerden biriydi. Yayınevinin belirlediği saate daha epey vardı. Evden çıkarken parkta biraz mola vermeyi düşünmüştü. Boş banklardan birine oturdu. İnsanın içine yaşama sevinci olarak sızan, küçük şeylerden alınan hazzı güne maya yapan güneşli günlerdendi. Sıcaktan terlemediğiniz, hafif esintilerle ferahladığınız ama üşümediğiniz o muhteşem sıcaklık dengesinin olduğu nadir günlerden. Bebek arabasına bebeği yerine alışveriş poşetlerini  koymuş bir kadın geçti önünden. Koyu mavi bir tulum giymiş park görevlisi sararmış yaprakları süpürüyordu. Karşı bankta ihtiyar bir çift oturuyordu. Yanlarında birkaç market poşeti vardı. Yaşlı adam yanındaki naylon poşete uzanıp bir tembel hayvan gibi yavaş ve nazik hareketlerle portakal çıkardı ve hayatında ilk kez portakal görüyormuş gibi güneşe doğru tutup incelemeye başladı. Adamın ağzından çıkan zayıf kelimeler yazara gelene kadar yüzlerce küçük parçacıklara ayrılıp hafif esen rüzgârla parkın içine dağılıyordu. İnsan sıradan bir portakal hakkında neler konuşabilir ki diye düşündü yazar. Üstelik hayatınızın son evresinde, belki de yediğiniz son portakal olma olasılığını düşündüğünüzde. Ama gerçek daha iyimserdi belki de. Yetmişli yaşlarınızda, artık iyice incelmiş derinizin kuvvetle hissettiği mükemmel sıcaklıktaki bir havada, elli yılı devirdiğiniz hayat arkadaşınızla bir parkta bankta oturmuş, önünüzden akıp giden zamana bakarken, belki de sadece portakalın yararlarından bahsediyorsunuzdur. Ya da kırk küsür yıl önce portal bahçesindeki “o gün” ün hatıraları gelmiştir aklınıza. Kim bilir. Birden yaşlı adamın incecik parmaklarından kayıverdi portakal. Yuvarlanıp yazarın oturduğu banka doğru geldi. Benekli bir köpek belirdi aniden. Nemli burnuyla portakalı koklamaya başladı. Burnuyla itelediği portakal yazarın ayağının dibine geldi. Yaşlı çift büyülenmiş gibi portakala bakıyordu. Beklenmedik bu kayıp ikisini de sarsmış gibiydi. Aralarında konuşmaya başladılar. Küçük bir kavganın arifesindeki sinirli mimikler kırışıklarla dolu yüzlerinde kat be kat daha şiddetli bir çatışma varmış gibi gösteriyordu. Yazar uzanıp portakalı eline aldı ve küçük bir zafer elde etmiş gibi yaşlı çifte doğru gösterip onlara geri götürmek için ayağa kalktı. Omuzlarını silkti yaşlı adam. Bu küçük zafer onları hiç etkilememişti. Oysa az önce bir portakal yüzünden kıyamet koparacakmış gibi görünen onlar değildi sanki. Poşetten başka bir portakal daha çıkarıp karısına verdi. Yaşlı kadın etten çok kemikleri görünen her an kırılacakmış gibi duran parmaklarıyla portakalı nadide bir sanat eseri gibi tutuyor, bir seremoninin parçasıymış gibi yavaş ve narin hareketlerle soyuyor, itinayla ayırdığı parçaları yaşlı adama uzatıyordu. Takma dişli ağızlarından çıkan şapırtılar yazarın oturduğu banka kadar geliyordu. 

Elinde kalan portakalı ne yapacağını bilemedi, bankın üzerinde duran montunun cebine koydu. Benekli hâlâ dizinin dibindeydi. Bir süre daha yaşlı çifti seyretti. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi zevkle portakal yemelerini izlerken bir çeşit huzur duydu. En son ne zaman bir şeyi böyle tadını çıkararak yapmıştı. Başka bir şey düşünmeden, o an ne yapıyorsa önemi ne olursa olsun sadece ona odaklanmıştı? En çok konsantrasyon gerektiren yazma zamanlarında bile defalarca yazı masasının başından kalkar, mutfağa gider, balkona çıkar, neden oralara gittiğini unutur sonra yine odaklanmaya çalışırdı. Kendiyle didişmeye başlamadan banktan kalktı. İmza saati yaklaşmıştı. Yaşlı çifte eliyle selam verip parktan ayrıldı. Benekli de onu takip etti. Kitapçı sağı solu mağazalarla çevrili bir caddedeydi. Vitrinlere bakarak yürümeye başladı. Vitrinlerdeki ürünlerden çok camdaki kendi yansımasıyla ilgileniyordu. Orta yaşlı, sakalları yer yer beyazlamış yalnız bir adam. Soluk renk bir pantolon ve açık renk bir gömlek giymişti. Elinde taşıdığı taba rengi montu cebindeki portakalın ağırlığıyla sarkmıştı. Kendini çok yalnız, yalnız bir yaşlı adam gibi hissetti. Kitapçının önünde durdu. Benekli de durdu. “Hoşçakal dostum ” dedi benekliye ve içeri girdi. 

İçerisi beklediğinden daha kalabalıktı. İmza günlerini sevmediğini ne kadar söylese de o gün gelip de masaya oturduğunda, karşısında kitabını imzalamaları için sıraya girmiş okuyucuları görünce inceden bir gururu okşanırdı. Ama bu gurur esintisi çok geçmeden yerini mahcubiyete bırakır, önündeki imza kuyruğu canlı bir yılan gibi tıslayarak kıvrılır kıvrılır onu boğacak gibi olurdu. Böyle durumlarda zaten az konuşan, soğuk bir yazar olarak bilinen ününe yakışır bir şekilde antik çağlardan kalma bir tanrı büstü gibi durur, mekanik hareketlerle imzalarını atar ve meraklı okurlarının birkaç sorusunu cevaplamak dışında konuşmazdı. Her defasında bu son diyordu. Bir daha imza günü yapmayacağım. Bu son. 

Nihayet son okurun kitabını da imzalayınca kalktı masadan. Kitap raflarının arasında kuytu bir yer buldu kendine. Az önce kitabını imzaladığı okurlar çil yavruları gibi dağılıvermişti. Bazen kitaptan çok imza ile ilgileniyorlar gibi geliyordu ona. Tüm bu etkinlikten. Bir şeyler yapmak için bir yerlerde toplanmaktan. Bir gruba dahil olmaktan. Bir ismin bir şeyleri simgelemesinden. Kalabalık azaldığı için rahat bir nefes almıştı sonunda.  Raftan bir kitap alıp arka kapak yazısını okudu. Ne yazarını ne de kitabını daha önce duymamıştı. Konusu çok ilgisini çekti. Elindeki kitaba bir süre daha baktı. Satın alıp çıktı kitapçıdan. Benekli hâlâ kapının önünde bekliyordu. Birlikte yürümeye başladılar. Vitrinlerin camında onunla birlikte yürüyen yalnız ve yaşlı adama selam verdi. Hafiflemiş görünüyordu. Dönüş yolunda yine parka yöneldi ayakları. Daha önce oturduğu bank boştu yine. Yaşlı çift gitmişti ama biraz daha dikkatli bakınca market poşetlerinin bankta olduğunu gördü. Hava henüz kararmamıştı. İkindi sonralarının dinginliği mimoza ağaçlarının kokusuyla birleşip tüm parkı sarmıştı. Elindeki kitabı bırakıp poşetlerin olduğu banka doğru yürüdü. İçindeki meyveler olduğu gibi duruyordu. Mavi tulumlu park görevlisi mesaisini bitirmiş sivil kıyafetlerini giymişti. Yanından geçerken: “Yaşlı kadın öldü” dedi, “siz gittikten hemen sonra. Kalp krizi dedi ambulanstaki doktor. “

Bir an onları tanıyormuş, yıllardır dostlarmış gibi, bu ani kayıp haberiyle sarsıldı. Omuzları sarsıla sarsıla, tüm acılarının, tüm hayal kırıklıklarının, tüm kayıplarının hepsi hemen şu anda hücuma geçmiş gibi ağladı. Park görevlisi ne yapacağını bilemedi, yazarın omuzuna kelebek kadar hafif bir teselli dokunuşu yaptı. Beraber banka oturdular. Uzun süre hiç konuşmadan rüzgârın getirdiği çocuk seslerini dinlediler. Sonra birer portakal soyup kendi yalnızlıklarının ortak paydasında susmaya devam ettiler. 

Nilüfer 2021, Panama

Yorum bırakın